18 Eylül 2012 Salı

KOŞ ÇOCUK DOĞAYA KOŞ!!!

    Babamın, Ali Amca’nın bahçesindeki ceviz ağacı hikâyesiyle büyüdüm ben. O anlatırken hayalini kurduğum düşlerin yüzümde yarattığı kocaman bir tebessüm, içimdeyse öyle bir bahçenin eksikliğinin gerçekliğiyle çıka gelen hüznü taşırdım. Yine de şanslıydım: yaşadığımız ‘apartmanın otoparkı’nda karadut ve iğde ağaçları yaşardı; çiçeklendiği bahar aylarını iple çekerdim iğdelerin, dut ağacınaysa dört beş çocuk çıkar, aşağıda bekleyenlere silkelerdik kapkara meyveleri. Lâkin bahçıvanın korumasında olan bahçeye yasaktı girmemiz; ondandır ki gizemlerle doluydu o vadi. Ardından gelen yaz tatilleri “doğa”ydı benim için: ebeveynlerim otel nedir bilmezdi, ‘dağ tepe tırmanalım, kayalıklarda balık avlayalım’la geçerdi günlerimiz. Evet, şehirde büyümeme rağmen şanslı bir çocuktum. 
   Şimdi ‘büyüdüm’; büyüdükçe daha da grileşti etrâfım; binalar da büyüdü, ve baktım ki nefes alacak yer kalmamış… 

   Yıllar geçti, ve yürürken bir gün sokakta, fark ettim ki çevremde koşturan çocuklar yok, tırmanamaz olmuşlar ağaçlara, dut nedir bilmez olmuşlar, o güzelim iğdenin çiçeklerini koklayamaz olmuşlar; zira varsa yoksa televizyon, avm ve bilgisayarmış hayatları. Böyle kırıldı içim.

   "Gönüllerine kuşlar konanlardan toprak kokusu esirgenmezmiş..."

   Ormana koşmalıydı, Toprak Ana’ya yalvarmalıydı, ki bir şeyler yapsındı içleri toprak kokan çocuklara. Dokunmalıydılar çamura, ve yuvarlanıp aşk şarkıları söylemeliydiler çınar ağaçlarının altında…

   Senelerdir zaman bulabildiğimce Kaz Dağları’nın derinliklerine atıyorum kendimi; doğayı bilmeye çabalamadan, sadece O’nun bir parçası olmaya çalışıyorum, öğreniyorum. Çünkü biliyorum ki doğadan ırak olan asla mutlu ve sağlıklı olamıyor. “Uygarlaşma” adı altında hızlanan kent yaşamları bizleri doğadan uzaklaştırırken hastalıkları da bedenlerimize işliyor, ve ne yazık ki en çok da çocukları etkiliyor. Oysa ki, daha sağlıklı bireyler olabilmek için ruhsal, bedensel ve zihinsel dengeye ve doğa ile temasa ihtiyacımız var, bunu unutuyoruz. 
   Son zamanlarda yürürken ya da arabayla işe koştururken bir okulun önünden geçtiniz ve dikkat ettiniz mi hiç? Ya da çocuğunuzu bırakırken baktınız mı okulun bahçesine? Öğretmenlik okurken staj yaptığım okulda yıl boyu dikkatimi çeken, çocukların hiperaktivite ve beslenmeye ilişkin sorunlarıydı. Çoğu asfalt kaplı zeminde oradan oraya koşan ve 10 dakikalık kısıtlı bir sürede oyun oynamaya çalışan çocuklarla derse girdiğimde sorunla daha da acımasızca yüzleşiyordum: dikkat eksikliği ve yorgunluk. Daha alışamamış olduğum bu eğitim sistemine daha sonraları farklı bir gözle bakmaya başlayacaktım oysa ki, ve bu beni derinden etkileyecekti, ve tüm yaşama bakış açımı değiştirecek yola sokacaktı: Permakültür. 
   Okul bittikten sonra doğal yaşama daha da yakın durmaya ve özellikle çocuklarla ilgili araştırmalara başladım. Permakültür, kent yaşamına karışabilmemi ve şehirdeki sorunlara çözüm olarak bakabilmemi sağladı. Tabii ki işin içerisine girdikçe sis dağıldı ve şu gerçeklerle karşı karşıya kaldım: 

- Çocuklar doğanın ne olduğunu bilmiyordu

- Yaşamları çoğunlukla pc-tv-avm-okul arasında gidip geliyordu

- Fiziksel aktivitede bulunmadıkları gibi, pek çoğu da obezite ve yanlış beslenme alışkanlıklarına sahipti

- Özgüven eksikliği ve asosyalite yaşıyorlar

- Okul, çoğu için gitmek ‘zorunda’ oldukları bir binadan ibâret

- Aileleri dışarıda oyun oynamalarını istemiyordu, zira pek çok tehlike çocukları bekliyor.


   Oyun oynayacak alan yok denecek kadar az, ve zamanlarının çoğunu geçirdikleri okullarsa doğayla iç içe olmalarına imkân tanımıyor; üstüne üstlük her yerde pc oyunları, tv ve benzeri doğadan uzaklaştırıcı her şeyin reklamları mevcut, e hâliyle hiç de yardımcı olmuyorlar.

   Geçtiğimiz yıllarda yapılan bilimsel araştırmalar, doğayla iletişim kuran çocuklarla ilgili şu sonuçlara varıyor;

- Bedensel ve zihinsel olarak aktif oldukları için çocuklar daha sağlıklı oluyorlar ve obezite riski düşüyor

- Bahçede zaman geçirmek D vitamini seviyesinde artışa neden olduğu gibi, çocukların gelecekte karşılaşabilecekleri kemik problemlerini de asgariya indiriyor

- Doğal ortamda bulunmak çocuklardaki hiperaktiviteyi azaltıyor, onları sakinleştiriyor

- Doğal ortama izin veren okullarda başarı seviyelerinde artış görülüyor

- Doğayı baz alan eğitim sistemi, öğrencilerin eleştirel düşünme yetileri üzerinde yapılan testlerde daha başarılı olmalarını sağlıyor

- Çocukların stres seviyeleri yeşil alan görmeleri ânından itibaren düşmeye başlıyor

- Oyun, çocukların duygusal gelişimini koruyarak desteklerken, hızlı yaşam koşulları anksiyete ve depresyona neden oluyor

- Doğa, daha fazla sosyal iletişime ve toplum bilincinin gelişmesine, böylelikle ilişkilerin sağlam temeller üzerine kurulmasına destek oluyor.

   Tüm bunları incelerken, lisedeki Edebiyat Öğretmeni’min dedikleri geldi aklıma. Okuldan mezun olduktan sonra ziyaretine gitmiştim kendisini ve bana, bizim nesilden sonra gelen hiçbir sınıf ile sohbet edemediğini, hatta sohbeti bırak, ders dahi işleyemediğini, garip bir neslin yetişiyor olduğunu söylemişti. O’na göre bu, öğrencilerin dikkat eksikliğinden kaynaklanıyordu, ve ders işlemek her geçen gün daha da yorucu oluyordu. Evet, haklıydı; kiminle konuşsam aynı sorundan bahsediyordu. Aşikârdı: AÇIKÇASI BİZLER, BELKİ DE DOĞAYLA TEMAS KURABİLEN SON NESİLDİK.

   Sonuç olarak, eğitim sistemi ve yapılarını ele alırsak durum hiç de iç açıcı değil. Bir yanda “doğayı kurtarmak” hareketlerinin başları çekilirken önemli başka bir şey göz ardı ediliyor: Çocuklar, gelecekteki doğanın varlığından sorumlular, ve bu sorumluluğun farkında bile değiller!

   Yazar ve “Doğa ve Çocuklar Ağı” (Children & Nature Network) başkanı Richard Louv, kitabı ‘Doğadaki Son Çocuk’ta “doğa yoksunluğu sendromu”nun sonuçlarını, doğaya neden ihtiyacımız olduğunu ve doğaya dönüş için çözüm yollarını harika bir şekilde dile getiriyor. Evet, gerçekten de bunlara kafa yormak ve yaşamlarımızın içine sokmak gerekiyor doğayı, aksi takdirde kertenkeleden korkan, ağaçtaki eriği tanımayan küçük kuzenim gibi çocuklar çoğalmaya devam edecekler, ve bizler ancak masallar anlatıyor olacağız onlara. 

   Peki ama ne yapabiliriz?

   Louv kitabının arkasında, yapabileceklerimizin bir listesiyle karşılıyor bizi. İşte birkaç öneri:

- Çocuklarınıza kendi çocukluğunuzla ilgili doğa hikâyeleri anlatın,

- Gizli evrenleri keşfe dalın! Bahçenizde ya da apartman bahçesinde toprağın üstüne bir parça tahta koyun. Birkaç gün sonra çocuğunuzla tahtayı kaldırın ve bakın orada neler oluyor!

- “Yeşil Saat” ilan edin! Aile geleneği haline getirebileceğiz haftalık yeşil saatiniz olsun ve doğaya karışın! Kim bilir, belki de bunu doğa gezileri ve çalışmaları izler. Ankara’da özellikle çocuklar için geziler yapan bir grup da varken, eğer oralardaysanız kaçırmayın: http://www.cocukvedoga.com/index.php

- Yürüyüşe çıkın!

- Ağaç dikin! Bir ağacı evlat edinin ve birlikte ağaç dikin.

- Pislenin! Kirlenmek gerçekten de güzel, hele de toprakta!

- Sebze yetiştirin! Bahçenizde ya da balkonunuzda!

- Şehrin yeşillenmesine yardımcı olun! Belediye ya da muhtarınızı bu konuda “rahatsız” edebilirsiniz!

- Çocuğunuzun okulunda doğa kulübü, bir bahçe ya da doğayla ilgili geziler yapılması için okul aile birliği ya da yetkililerle bağlantıya geçin!

- Okul bahçelerini yeşillendirin! Bazı okullarda Permakültür uygulamaya başladık bile!

- Öğretmenleri çevre ve doğa eğitimi konusunda eğitmek, ve benzeri programları desteklemek için bakanlıklarla iletişime geçin, okul müdürleriyle görüşün!

- “Çocuklar içeride kalmasın!”, ve bu mesajı çevrenize yayın! 



Dîdem Çivici
Permakültür Tasarımcısı ve İngilizce Öğretmeni

Hiç yorum yok: